Friday, December 10, 2010

cep harçlığından regürjitasyona uzanan sancılı yolculuk

Günlük yaşantımın bir takım hareketlerin bolca tekrarından ibaret oluşundan mıdır nedir, etrafımda pek öyle rastlama ihtimalimin olmadığı beceriler ilgimi çekmiştir. İlgimi çekiyor dediysem, sadece bu garip becerilerin farkına nasıl varılmış olabileceği sorusunu soruyorum. Yoksa "lütfen evde denemeyiniz" uyarısını bugüne kadar dikkate aldım. Yani bir insan evladı gözünü neredeyse yuvasından çıkarabildiğini, litrelerce su içtikten sonra aynı suyu fıskiye gibi ağzından geri fışkırtabildiğini, çekirdek çıtlar gibi cam yiyebildiğini nasıl farketmiş olabilir, bence bu sorular bir yemeğin keşfi esnasında neler yaşanmış olabileceği sorusu kadar mühim. Daha da ileri gidersek, diyelim farketti, sınırları nereye kadar zorlayabileceğini nasıl bildi? O kadar suyu devirdikten sonra hidrolik dengeyi bozup zehirlenmek, aha gözümü bir cm daha ileri pörtleteyim derken göz kılcalını patlatmak, yahut alet edevat yutarken mideden olmak ihtimali nasıl gözden kaçtı? Yahut kaçmadı mı? Bu ölümüne tutkulu süreci hep merak ettim. Kulak kepçelerime ve burun deliklerime hakimiyet konusundaki su götürmez yeteneğimi zorlasam farklı bir varoluş tablosu çizebilir miydim, bunları hep düşündüm.

Derken geçenlerde İngiltere'de yayınlanmış bir programın bir bölümünde Stevie Starr isimli regürjitatörün, kısa gösterisinin sonunda, bu işe nasıl başladığı sorusuna verdiği cevap gözlerimi hafifçe yaşarttı. Stevie Starr küçük bir çocukken cep harçlıklarını saklamak için yutarmış. Tam da o anlarda fonda hayatın sillesi müziği ve birkaç siyah beyaz çocukluk karesi düşledim. Ama olmadı, olamadı çünkü konumuz regürjitasyon.

Regürjitasyon kusma anlamına gelen tıbbi bir terimken, regürjitatörlerin cisimleri yutup, istendiğinde istenilen sırayla çıkarabilmesi ile, hemen herkesin başına gelmiş olması muhtemel mide refleksi, bir gösteriye dönüşmüş. Ve bir zerafet örneği olmasa da fiziki meydan okuma sayılabileceğinden dönem dönem oldukça ilgi çekmiş. 1900'lerin başında The Great Regurgitator olarak nam salan Hadji Ali'nin gösterisi Laurel and Hardy filmi “Politiquerias”*da görülebilir. Sanırım regürjitatörün şanı biraz da ne yutabildiğiyle yürüyor. Öyle ki Great Waldo'nun canlı fare yuttup bir süre sonra canlı çıkardığı anlatılıyor. Böyle olunca da Stevie Starr'ın** ampül, bilardo topu, bozuk para ve çeşitli alet edevat yuttuğu gösterisi çarpıcı gösteri sanatları sıralamamda üst sıralarda yer aldı.

Regürjitatörlerin gösterilerinde bir numara olmadığı, karın kaslarına hakimiyet üzerine uzun seneler çalışma sonucu, bir tür refleks kontrolü olduğu söylenmesine rağmen, izledikten sonra acaba cisimleri tam olarak yutmak yerine yemek-soluk borusu arasında bir yerde sıkışıp kalmasını sağladıktan sonra boğulma sırasında oluşacak reflekse benzer bir tepkiyle (öksürmek) geri çıkarıyor olabilirler mi şeklinde bir beyin fırtınası yaşadım. Ne talihsizliktir ki cisimleri yuttuktan sonra konuşmalarına bir açıklık getiremedim. Mideye inen birşeyin ıslanmadan çıkması esasından yola çıkarak oluşturduğum bu hipotez hayatımın hangi bölümünde ne işime yarar bilmiyorum. Kontrollü deney imkanı da olmadığından, regürjitatörlerin gizemli dünyası karanlık kalacak vah ki ne vah.

* Hadji Ali
** Stevie Starr

Sunday, December 5, 2010

Go, çekirgeler ve briket üzerine

Şu aralar evden dışarı çıkmam için yegane sebep olan Go isimli oyun ile hemhal olmaya başlayınca sanmıştım ki, bir çekirge edasıyla bütün sinir stresimden arınacak, tepkilerimi daha rahat kontrol edebilecek, iç dünyamda çıktığım serüvende kah ağlayacak kah gülecek, ortalıkta kırmadık briket bırakmayacaktım. 4000 yıllık oyun olduğu söylenir, böyle olunca bir ağırlık geliyor insana, fakat geçen gün bir arkadaşla oynadığımız oyundan sonra, edineceğim yüksek konsantrasyonla briket kırma fikrinden caydım. Oyun ilerleyip adrenalin salgısı arttıkça, içimden küçük çocuk yerine sabırsız ve sandığımdan dikkatsiz, hırslı yeşil bir canavar çıkmaya başladı. Bu oyunda mühim olan insanlık diye her seferinde hatırlatmama rağmen öyle olmuyormuş ilk başlarda; yenmek ego okşuyor, yenilmek de insana koyuyormuş. Gerçi bu sefer esir eden, alan kazanan taraf ben olmama rağmen, rakibimin puan hesaplamadan evvel çaktırmadan taşları dağıtmasını anlayabiliyorum.

Bütün bu acemi heyecanı bir kenara bırakırsak, oyundan anladığım bir yok etme derdinin olmayışı. Esir almak bir hamle ancak birincil amaç değil. Oyun için, dengeli güçler (siyah-beyaz taşlar) arasında stratejik bir alan (tahta üzerinde taşların konumu) sahiplenme kavgası diyebiliriz sanırım. Kurallar açık ve basit, fakat hamle açısından ihtimaller çok.

Bu minyatür savaşlar, ilk defa savaş alanında karşılaşan toplulukların birbirini yoklaması gibi, iki insan arasında da bir çatışma ve uzlaşma zemini yaratması açısından değerli gibi. Şu hayatta karşılaşabileceğim durumların bir nevi simülasyonu olması yönüyle, kendimi biraz daha tanımak - kah ağlayıp kah gülerken, taklalar atmak - ve üslupta iyileşme açısından ufak bir faydasını görsem bile, briket kıramamaya razıyım.

Bu arada yazıyı yazarken farkına vardım da, oyunun ilk başlarda fal sistemi olarak kurgulandığı söyleniyormuş, o ağırlık hali biraz gitti.