Monday, October 15, 2007

Çöp adam çöp evren


Bazen düşünüyorum da neden olduğumuz dönüşümün kısa yahut uzun vadeli olumsuz sonuçlarından muaf olabileceğimiz bir noktaya gelmiş olsaydık – mesela galaksinin başka bir gezegeninde yaşamımızı sorunsuz idame ettirirken, dünya gezegeninin karşılığında bedel ödemeden keşfettiğimiz kaynaklarını tüketebilseydik – bugün insanlığın geneline yayılan telaş yersiz mi olurdu?

Telaşım
ız tüketeceğimiz ömürde yüzleşmek zorunda kalacağımız sorunlara ilişkin öngörülerden mi ibarettir? Gidecek başka yerimiz olmadığından mı endişeye gark oluyoruz? Geride bıraktığımız çöplükten uzaklaşabilecek olsaydık mesele kalmaz mı? Bu türlü pragmatizmin fedakarlık gerektiren çözümler üretebileceği fikrini nedense bir türlü benimseyemedim. Sorun bugün türlü bahaneyle alamadığımız önlemlerin gelecek zamanın mirasçılarını müşkül duruma sokması değildir. Sorun sisteme her müdahelemizde, dahil ettiğimiz, eksilttiğimiz, dönüştürdüğümüz her şeyde, işleyişi anlamamak, denge gözetmemek, gelişmenin sorumluluğunu almaktan kaçmaktır. Olan bitende bu kadar şaşılacak bir durum yok, ekosistemin en mühim kuralı olan geri kazanımı, zahmetinden ötürü gözardı ederseniz, atıverdiğiniz poşetin yarın ayağınıza dolanması normaldir, devletiniz gözetimindeki tesisin atığını filtrelemeyi elzem bulmuyorsa, zehir solumanız normaldir, ülke sınırları dışında hektarlarca filizin kül olması umurunuzda değilse, selden pay almanız normaldir, deniz canlılığının ayrıştırmaya yanaşmadığınız organik dışkınız veya arıtmadığınız kimyevi atıklarınızla giderek tükendiğini görmekten kaçınıyorsanız, torununuzun yediğiniz balığı yiyemeyecek olması normaldir. Milli, coğrafi, politik, ekonomik kaygıların – bütün söz konusu olduğunda bencil zihinsel ürünler - tümünün üzerinde, içinde bulunduğumuz sistem saygıyı hakediyor ve kurguladığımız hiç bir sistemin düşüncesiz eylemlerimize bu denli tolerans göstermeyeceği gerçeği hiç olmadığı kadar keskin. Kendi yüzümüze atacağımız tokatın acısı içimize oturmadan biriken borcumuzu görelim artık. Asıl telaşı ve endişeyi, tokadın şiddetinden çok bir tür mal gibi gördüğümüz evrende hiç borçlanmayacakmış gibi sorumsuzca davranmaya devam etmekten duymak gerektiğini de.

Friday, July 6, 2007

Balık kokusu


Denize açılıp balık tutmuş değilim. Elime olta almışlığım

da azdır gerçi. Geçenlerde bir fırsatını bulup Kapıdağ yarımadasını çevreleyen sulara açılınca, insanın emekliliği böyle geçmeli işte dedim kendi kendime. Daha ne ister insan yahu? Akşam sakin sulara açıl, karnını doyuracak kadar balıkla evine dön. Geçen zaman zarfında, zihninde ve bedeninde olumsuz ne biriktiyse, bir kısmı kuma bir kısmı da denize karışsın.
Durakladığımız ilk yer pek öyle bereketli sayılmazdı. Acemiliği üzerimden atmak şöyle dursun, ben mani olmayayım diye kenara çekilmeyi düşünmeye başlamışken peşpeşe oldukça süratli iki yunus sürüsü biriki metre ötemizden dalgalara karışınca, tutabildiğim biriki balığın heyecanı, bu etkileyici deniz memelileriyle bu denli yakın olmanın şaşkınlığının yanında hafif kaldı. Balık tutmak insanı enteresan şekilde rahatlatıyormuş evet, üzerine ortam da şahane olunca keyfim katlandı haliyle.
Akşam saatlerinin kimi deniz canlısının üzerinde yaratacağı durgunluk ve sığınma isteğini pekala bildiğimizden, kıyıda mesken tutmuş bir grup kayığın arasına karıştık. Doğru bir hamle, harcadığınız vaktin heba olmaması ve avın tatminkar oluşuyla ödüllendiriliyor. Bazen doğru hamle acemiliğinizi de alıp götürüyor siz farkında olmadan. Şayet üçer beşer tuttuğum balıklar keyfimin yerine gelmesine yetti.
Böylesine sade bir eylemden hatırımda kalanlar; yüzümü hafifçe ısıran rüzgar, deniz ve balık kokusu, ıslak bir şort, huzurlu ben. Pek nadiren oluyor böylesi. Anlatmamak olmazdı.

* fotoğraf Rodolfo Clix

Monday, April 16, 2007

Beynine Bir Kez Hava Değmeye Görsün


Bir kaç yıl evvel okuduğum ve etkilendiğim bir kitap, Beynine bir kez hava değmeye görsün. Etkilenme sebebim başkalarından farklı olabilir. Ağrı gaddarca bize sarılır kalır notunu düşünmüştüm Ağrı müzesi başlıklı bölümü okurken. Önceleri ağrı ve acı biyolojik lütuftur diye ahkamlar keserken ben, bir daha düşündüm. Evet, teşhis ve iyileşmenin önünü açan birşey, doğru. İnsanı içten içe kemiren şeylere ilişkin bedenin ikazı. Fakat bir bedeli de var. Ağrıyı yahut acıyı yalnız göğüslemek zorunda insan. Gaddarca sarılan ve insanı diğerlerinden ayıran birşey bu. Yakınları da en çok acıtan şey. Müdahil olamamak, paylaşamamak.

Ölümle yüzleştiğiniz anlar , sanırım korkunun kaçınılmaz olduğu zamanlar. Çocukluk dönemine tekabül edince bu, biraz zorluyor insanı haliyle. Ağlamanın pek de kar etmediği, rahatlatmadığı zamanlar oluyor. Suskunlukla birlikte gelen ağırlığın altında ezilmemek, çektiğiniz ızdırabın yakınlarınızı da sarmaması için gereğinden fazla olgunlaşmak oluyor, yaşanılan. Bir hastalığın yaşattıklarını sizden iyi kimse bilemez, yine de merak ediyorsunuz. İçimdeki ne, kafamdaki ne, beynimdeki ne?.. Korktuğumdan sordum, öğrendim. Çocuk yaşta, ilerde çocuk sahibi olabilecek miyim diye sordum, hayatımın geri kalanı nasıl olacak diye sordum, nelerden mahrum kalırım diye sordum. Garip ama böyle. Bu hastalık neyin nesi diye sordum. Paylaşmak istiyorum.

Dandy-Walker Sendromu, literatürde cerebellum (beyincik) adlı beynin denge ve hareketi kontrol eden arka alt bölümünde oluşan doğuştan bozulma olarak ifade ediliyor. Bu bozulmanın neden olduğu yapısal değişiklikler, dördüncü ventrikülde (boşluk) genişleme - ki bu beynin üst ve alt kısımlarıyla, omurilik arasındaki sıvı akışını sağlayan kanaldır - , beyinciğin iki yarıküresi arasındaki alanın bir bölümünün yahut tamamının yokluğu ve kafatasının iç yüzeyine yakın kistik yapı oluşumu şeklinde ortaya çıkabiliyor. Hastalık aniden yahut yavaşça ortaya çıkabiliyor. Semptomlar genellikle kafatasının büyümesi ve motor gelişimde (hareketler) yavaşlama şeklinde. Yaş ilerledikçe kafatası içi basınç artışından kaynaklanan asabiyet, kusma, spazmlar ve beyincik fonksiyonlarının yetersizliğinden ötürü sarsaklık, kas koordinasyonu eksikliği, gözde titreme, kafa çevresinin büyümesi, kafatasının arkasında kabartı, göz, yüz ve boyun sinirlerinde problemler, anormal soluk alma biçimleri gibi semptomlar da oluşabiliyor.*

Tedavide erken teşhis çok önemli. Genellikle hastalığın kendisine müdahele edilemediğinden, mümkün olduğunca oluşan problemler bertaraf edilmeye çalışılıyor. Shunt adı verilen cihaz sayesinde gereğinden fazla biriken beyin sıvısının karın boşluğuna nakledilmesiyle kafatası içi basınç dengelenebiliyor. Fakat yine de basınçla ilgili sorunlar yaratabilecek ortamlardan uzak durmak gerekiyor.


Ender görülen bir sendrom. Hastalığın ender oluşu dışında, erken yaşlarda ortaya çıkması gereken belirtilerin ergenliğe kadar gözlenmemesi de istisnai olsa da mümkün. Tecrübeyle sabit. İstisnai durumun içinde istisna olmak şaşırtıcı gelse de bunu bir tür hediye olarak görmekten hoşnutum. Yoksa onca ağrının ve korkunun travması yakayı bırakmazdı. Yine de unutup karamsarlığa düştüğümde kafama dank ediyor kıymet bilmezliğim. 'Hayat böyle' der ananem. Hayat böyle ve insan yine de alışıyor tüm olan bitene.

* kaynak

Fotoğraflar Mateusz Kapciak, Chris Gander

Monday, April 9, 2007

I love this game



Kahramanmaraş'ın köylerinden biri.

Saturday, April 7, 2007

Alakaya maydonoz

Heroes adlı dizinin 12. bölümünü bitirdikten sonra bir ara vereyim dediğim sırada, bilinçaltının derinliklerinden hortlayan telekinezi merakının kaynağı neredir acep diye düşünüyordum ki, zincirleme reaksiyon şeklinde gerçekleşen çağrışım seansı yine başladı. Bir baktım ortaokuldaki arkadaşımla muhabbet kuşu alışverişindeyim, o sıralarda vardı böyle muhabbet kuşu popülasyonuna katkıda bulunma sevdası, yumurta alışverişi yapılır, sağdan soldan balkona kaçak muhabbet kuşu konar, acıma hissi had safhada olduğundan içeri buyur edilir, bu döngünün sık tekrarlanmasıyla evde muhabbet kuşu sürüleri uçar olmuştur. Boku pisliği cabası. Esas mevzu neydi? Heh, bu alışverişlerle arkadaşlıklarım pekişirken, sohbeti koyulttuğum bir arkadaşa seneler sonra televizyonda kaşık bükmeye çalışırken rastlamak garip oluyormuş. Sonra dedim yalnız değilmişim demek ki o vakitler, edebiyat dersinin okuma listesine King kitapları eklememle başladı herşey biliyorum. Bükemedi, ama illüzyon konusunda istidatı varmış. Neyse 12. bölümden izlemeye devam.

* Fotoğraf Margarit Ralev

Nebati problemler

10 yıllık kalkınma planımı, paketlenmiş, kesilip temizlenmiş, doğranmış hatta utanmasak çiğnenmiş halde marketlerde bulabileceğimiz mideden ziyade göze hitap eden tarım ürünlerini tüketmek yerine, mümkünse ufak bir bahçede, mecbur kalırsam balkonu zirai emellerime alet ederek yetiştireceğim bereli, rengi standardlara uymayan, ufak tefek ama taze ve de lezzetli olacağına inandığım sebze ve meyvelerle beslenmeye göre tasarlamaya karar verdim. Caymamak umuduyla notumu alıyorum. Hadi hesabıma göre gerçekleştirebilirsem kendi paçamı bir nebze kurtarmış oluyorum da tarımsal gidişata bakılırsa, tüketenin neyi tükettiğini pek umursamadığı bir topluma doğmuş çocuğun, markette yetiştiğini sandığı meyve sebzenin 'genetically modified organism' kavramıyla hemhal olmamışına erişme şansı oldukça düşük. Vahametten rahatsızlık duyanlar için bir platform var.

* Fotoğraf Francois Carstens

Karalama I

Aşılması gereken zor durumlarla ilgili teşbihlerde genelde coğrafi yükseltiler tercih edilir. Yoksunluk hissine sebep olan kimse yahut neyse varmak için usanmadan aşılan dağlardır. Oysa her bir zorluk; önünüze çıkan, aşmanız gereken devasa yükseltilerden çok yarıçapları zorluk derecesine orantılı kraterlere benzer. Yerden yükselirken değişen havanın verdiği tazelikten, hafiflikten, üstünüze düşen gölgelerden kurtulurken artan aydınlıktan uzak, dibe doğru yapılan yolculuk, tam da zorluğun doğasına uygun. Aşmak için zeminle buluşmak gerekir. Zirveye benzemez en dip. Giderek karanlıklaşan derinlik ve soğukluk ürpertirken, kaybolan yön hissi insanın kurtulma umudunu örseler. Öyle örseler ki yok edecek gibidir. Fakat diple yüzleşme cesaretini bulamayan insanın yakasını kurtarması zordur. Aydınlık yoksunu patikada, deriyi çizmekten parçalayan dikenlerle debelenir durur. Dibe ulaşmak zordur, dipten çıkmaktan bile. Eşiğin atlanacağı yer. Zorluklar... Atlayana kadar dayanmalı. Parmaklar son bir gayretle yukarıya, bir süreliğine ayrı kaldığınız toprağa battığında geride bırakılan karanlığın, soğuğun, ağırlığın, dikenlerin, tökezlemelerin, acının, nefessizliğin, ağrının açtığı yaralar tazedir ruhta. Yine de ruhun yaması bitmez. Ya da öyle olduğunu umalım şimdilik.

Friday, April 6, 2007

Alacakaranlık kisvem


söylüyor Akerfeldt, dinliyorum bir kere daha.

Thursday, April 5, 2007

Ehh ben

İnsan kendine hedefler koyup, iki günde bir bu hedeflerden vazgeçer mi? Vazgeçer. Kimisi vazgeçer. Benim gibiler. Maymun iştahlılar. Gerçek seçimlerinde hayal dünyasında seyahat ederken ki kadar özgür olduğunu sanan zavallılar. Habire birşeyleri birşeylere tercih ederken iflahı kesilenler. Birleşmeyin. Dağılın. Mümkünse yok olun. Zaten bir varlık gösteremediniz henüz. Bıktım ben yahu.

Friday, March 30, 2007

...

Hırs iyi mi, kötü mü bilemedim bu aralar. Sivrilikleri törpüleyeyim derken, hayati motivasyonu da odunun talaşı gibi silip süpürüyor olabilir miyim? Kafamın içinde somutlaşmayı bekleyen fikirler cirit atarken, ortaya elle tutulur birşeyler çıkaramamak benim kabahatim. Yaşadığım onca seneden sonra bireyin mülkiyet hırsının, üretme hevesini sessizce yakıp yıkan zehrini görmezden mi gelmeli? Hiç birini istemiyorum, en ufak istek dahi yok..
Toplum denilenin önerdiği yaşamları yavaş yavaş benimsemekten korkmak uyumsuzluk belirtisi mi? Doğum öncesi çekilen ızdırap mı bu kafa karışıklığı, kestirmek mümkün değil. Bir doğum olacağından bile şüpheliyim. Tüm bunları düşünüp dururken zaman, atmam gereken adımlardan çalıyor mu? Evet çalıyor, öyle olmasaydı şu an hissettiğim mutluluk olurdu ve huzur.
Bu tedirginlik, sürdürülmesi gereken yaşam konusunda ahkam kesenlerin gözlerindeki acımadan mı?Sanmıyorum, aksine inadına yapamadıklarımdan.

Wednesday, March 28, 2007

Zifir


Sadece bir hayalsin
Yüreğimin düşmanı
Aniden ve acımasızca
Yaralar yaratırken
Arkası kesilmeyen
Öyle güçlü ve vakarsın ki
Bilir gibisin
Tek yolunun kurtulmamın
Yüreğimi söküp atmak olduğunu
Bir hayvan gibi, zayıf ve ürkek
Kapanıma çaresiz boyun eğmişim
Sadece bir hayalsin
Hiç var olmadın
O halde kendime eziyetim niye?


2005

Saturday, February 24, 2007

Kafatası matkap benzeri aletle delinirken kafanın içi festival alanıdır

Cesaret hapı yutmak yeterli, gerçekle yüzleşme hapıyla yutulacak ki ne olup bittiğini anlamak ve anlamamak birbiriyle karışacak. Ufacık hap. Mavi ya da pembe renkli emin değilim. Nedense üşüme problemine çözüm olmuyor. Işığı gözlerimi kamaştıran koridorda beklerken yere basmayan ayakların yerçekimine karşı koyamadığını farketmek üşütüyor biraz. Kapıdan giriyorum içeri. Uyutulmak yok, acıdan arınmış sabit bedenimde az sonra açılacak yarayı düşünmemeye çalışmak. Gözlerimi kapatırken yeşil örtünün altında sıklaşan nefesimi kontrol etmeye çalışıyorum, gözler sıkıca kapalı. Açtığımda kötüce rüya sona erecektir. Başka şeyler düşün. Başka şeyler. Başka zamanlarda kafamın içine üşüşen düşüncelerden kurtulmaya çalışan ben, şimdi o düşüncelerden medet umuyorum. Belki gerçeklikten kaçabilirim. Yok.. Olmuyor.
"Başlıyoruz, hazır mısın?"
O nasıl soru? Nasıl hazır olayım? derken kafamdaki gülerek, ağzımdan 'evet' çıkıyor. Kafa derisi neşterle buluşurken bana ait olmayan kauçuk parçasının kesilişini dinliyorum. Hissettiğim bu, evet. Kauçuk gibi o şey, benim değil.
Aptal! Kafa derin o kauçuk. Yarı uyuşmak.. Yüzüme değen örtünün yavaşça ılık sıvıyla buluştuğunu hissediyorum. Karanlık her zaman kötü değilmiş.
"Nasılsın?"
'İyi..'
İyi. Az sonra adını bilmediğim delici alet çalışmaya başlar başlamaz daha da iyi olurum. Kafatası delinirken kazalar olur bilirsiniz. Neyse ki bu ihtimal gelmiyor aklıma. Buyur ettiğim düşüncelerin arasına ilişiverse pek hoş olmaz. Sıvıyı yüzümde hissediyorum, kokuyu alıyorum, madenimsi koku..
Kafamın içinde yankılanan ses kesiliyor ara ara. Kemik en sağlam organik madde evet, tanıklık edebilirim.
"Biliyorum zor ama dayan olur mu, az kaldı."
Az, ne göreceli laf ama. İzafiyet. Hayatımın ne kadarlık kısmı orada geçti bilmiyorum. Oldukça uzun bir zaman sanırım. Beynimin odalarında sessizce dolanıp duran renksiz sıvı hareketleniyor, opak maddeyle buluştukça. O buluşmadan oluşan ses, alabildiğine tiz. Kulak çınlaması. Kafa çınlaması. On, dokuz, sekiz.. iki, bir. Bir daha geri say.. bir daha..
"Nasılsın?"
Bayılmam, söz.

Kalan son kuvvetimle soruyorum: 'daha ne kadar sürecek?'

Gözlerimi açtığımda parlayan güneş gözümü alıyor. Ne güzel gün. Sanırım o zamana kadar yaşadıklarım içinde en güzeli.

Bitti mi? Emin değilim.

96' ortaları.